Ufuk Akçiğit: “Bu Adımları Atmazsak, Torunlarımız, Dedelerimizden Aldığımız O 60 Yıl Önceki Gelir Seviyesinde Kalacak”

03.12.2022

CHP’nin “İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması”, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, grafiklerle yaptığı konuşmada; şunları söyledi:

Değerli katılımcılara ve meslektaşlarıma selam ve saygılarımı iletiyorum. Cumhuriyet Halk Partisinin bu önemli etkinliğine davetiniz için teşekkür derim. Partinizin bir süredir ekonomi vizyon belgesi üzerinde çalıştığını, nazik sunum davetiniz vesilesiyle öğrendim. Bu çalışmanın Türkiye’nin mevcut iktisadi zorluklarını aşmasında tüm kesimlere faydalı olmasını diliyorum.

Değerli katılımcılar, bizler burada siyaset üstü kimliğimizle Türkiye’nin tartışmalarına katkı sunabilmek gayesiyle bulunuyoruz. Türkiye hem bölgesinde, hem de dünyada cereyan eden büyük değişimler ve devrimler sebebiyle hayati bir dönemden geçiyor. Tam da böylesi zamanlarda Türkiye’nin bütün evlatları olarak el ele verebilmeyi ülkemizin menfaati için en iyi fikirleri üretebilmeyi ben de çok değerli buluyorum. Bu bağlamda birçok kez Türkiye’de de farklı platformlarda görüşlerimi aktardım. Bugün de bu çerçevede alanım olan sanayi politikaları ve istihdam hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşacağım.

Başlamadan önce belirtmem gerekiyor ki, burada göstereceğim her grafik kendi araştırma ekibimle oluşturduğum grafiklerdir. O sebeple bütün çalışma arkadaşlarıma şimdiden teşekkür ediyorum.

Şimdi ilk grafikle başlayalım isterseniz. Bu, Türkiye’deki milli geliri zaman içerinde gösteriyor. 1960 yılından itibaren tüm OECD ülkeleri, Türkiye de dahil olmak üzere, kişi başı milli geliri çiziyoruz. Yalnız çizmeyi kolaylaştırmak için de 1960 senesindeki en zengin ülke olan ABD’ye oranla çizdim bu grafiği. Bu ne demek? 1960 senesinde Türkiye’nin milli geliri ABD’nin yaklaşık yüzde 20’si civarındaymış. Peki zaman içerisinde ne olmuş? Bu, bütün OECD ülkelerine bakarsanız buradaki gri çizgelere OECD ülkelerinin çoğu ABD’ye doğru yakınsamış, hatta bazıları ABD’yi geçmiş bile 60 yıl boyunca. Türkiye’nin durumu nedir? Ne yazık ki Türkiye olarak çok bir aşama kaydedememişiz. Ancak 2008 yılları civarında 1960’lar seviyesine gelmişiz. Ancak o kazanımlarımızı da, ne yazık ki 2013 senesinden itibaren kaybetmişiz. Bu yeşil grafikte Türkiye’yi gözlemlediğiniz gibi. Yani bugün Türkiye’nin kişi başı milli geliri ABD’nin yüzde 15’i seviyesinde. Bu grafik şu demek; evet Türkiye’de daha fazla cep telefonları kullanabiliyoruz, internet kullanabiliyoruz, yollar kullanabiliyoruz vs. Ama bu dünyanın her yerinde olan bir gerçeklik. Bu grafik bize sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerine bu cep telefonlarının geldiği, her yere internetin geldiğini gösteriyor. Hatta biz diğer ülkelere göre daha da düşük bir performans göstermişiz. Dolayısıyla bizim oturup gerçekten ekonomimizi, firmalarımız üzerinden ve girişimcilerimiz ve işgücümüz açısından incelememiz gerekiyor.

İsterseniz yavaş yavaş Türkiye’nin ekonomisinin detaylarına inelim. İlk bakmak istediğim şey firma rekabeti. Neden? Çünkü biz Türkiye’nin uluslararası alanda rekabetçi olmasını istiyorsak en önce Türkiye içerisinde rekabeti sağlamamız gerekiyor.

Peki rekabet göstergelerine baktığımız zaman ne gözlemliyoruz? Bu konuda çok detaylı çalışmalar yaptık ve çeşitli rekabet seviyesini gösterecek göstergeler ortaya çıkardık.

Örneğin istihdam yaratımı, yeni firma oluşumu ya da pazar liderlerinin pazar payları, işsizlik oranları vs. Bütün bu grafiklerden çıkan tek bir sonuç var. Türkiye’deki rekabet ortamı 2013 senesinden sonra bozulmaya başlıyor.

Dolayısıyla bu bizim Türkiye ekonomisi için ilk odaklanmamız gereken şeylerden bir tanesi, bu rekabeti tekrar yerine oturtabilmek. Bu tabi ki çok kapsamlı bir durum. Vereceğimiz teşvik politikalarına dikkat etmemiz gerekiyor, antitrust policy (antitröst politikalarına) dikkat etmemiz gerekiyor. Yani çok kapsamlı bir yaklaşımda bulunmamız gerekiyor.

Şu anda ben imalat sektörünü gösteriyorum.

Peki elektronik ticaret sektöründe durum nasıl? Elektronik ticaret sektöründe durum hayatımıza gitgide daha fazla giriyor biliyorsunuz ve bu çok daha hızlı gelişen bir şey. Burada durum biraz daha vahim. Biliyorsunuz pazar payını artırmanın en önemli etkenlerinden bir tanesi pazarlama harcaması. Soldaki grafikte burada Türkiye’deki elektronik ticaret piyasasındaki en büyük 4 firmanın total pazarlama harcamalarının içerisindeki payını gösteriyorum. Yani bu grafik; en büyük 4 firmanın pazarlama payının, total pazarlama payı içerisinde 2016’daki oranı yüzde 40’mış. 2020’de bu pazarlama oranı yüzde 75’e çıkmış. Yani 4 sene içerisinde en büyük 4 firmanın pazarlama payı elektronik ticaret sektöründe iki katına çıkmış. Şimdi burada nasıl rekabeti sağlayabilirsiniz? Yeni girecek bir firma nasıl kendisini ispatlayacak, nasıl kendisini müşterilere tanıtacak? Dolayısıyla özellikle elektronik ticaret sektörü çok hızlı değişen, bir oku yayla gerdiğiniz gibi düşünün, elinizden kaçırdığınız anda çok hızlı değişen bir sektör. Bizim acilen bu verilere dikkatli odaklanarak bu verilerin ne ifade ettiğini anlamamız gerekiyor. Çünkü sağ grafiğe bakarsanız bu firmalar bu kadar harcama yaparlarken açıklanan kar oranları çoğunlukla sıfır ya da negatif… Yani en büyük 4 firma elektronik ticaret sektöründeki en büyük 4 firmanın kar oranı ortalama olarak negatif olmuş. Çok enteresan bir durum çıkıyor ortaya. Bunun sebebi, pazarlama harcamaları sadece bugünü değil yarını da etkiliyor. Çünkü bugün kimlerin piyasaya girebileceğini etkilemeniz, yarın piyasada yalnız kalıp kalmamanızı etkileyecektir. Dolayısıyla bizim sadece firmaların dinamik olmasını beklemememiz gerekiyor, aynı zamanda kurumlarımız da, rekabet kurumunda örneğin dinamik olması, sadece geriye dönük bakmaması gerekiyor ileriye dönük bakması gerekiyor. Yani bu veriler bize yarın için ne ifade ediyor onları düşünerek ona göre regülasyonlar geliştirmemiz gerekiyor acilen.

Regülasyonlar demişken, regülasyonlar aslında oldukça hassas bir konu. Çünkü regülasyonlar tahmin edeceğiniz üzere zaman içerisinde biriken bir şey. Nasıl ilk cep telefonu aldığınızda okunmamış mesaj sayısı sıfırken, zaman içerisinde temizlemeye temizlemeye okunmamış mesaj sayınız on binleri, bazen yüz binleri bulabiliyor, burada da aynı şekilde. Regülasyonların hangileri işe yarıyor, hangileri işe yaramıyor sürekli geriye dönük bakmamız ve işe yaramayanları kapatmamız gerekiyor. Yoksa ekonomiyi sadece hantallaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Size bir örnek vermek istiyorum. Bu Türkiye’deki imalat sektöründeki firmaların büyüklük dağılımı. Yani yatay eksene bakarsanız bu 25 işçi çalıştıran firmaların sayısı, 26 işçi çalıştıran firmaların sayısı, 30 işçi çalıştıranların firmaların sayısı, 75 işçi çalıştıran firmaların sayısı. Yani firma büyüklüğü arttıkça firma sayımız azalıyor. Yani firmalarımız genellikle daha küçük firmalar. Daha büyük firma sayısı az. Bu grafikte enteresan bir şey var. Dikkat ederseniz şu 50 bariyerine yaklaştıkça firmalarda bir yığılma var. 50 bariyerini geçince firmalarda bir eksilme var. Yani firmalar 50’nin üzerine çıkmamak için kendilerini 49 işçiye, 48 işçiye, 47 işçiye park etmiş durumdalar neden? Çünkü 50 işçi çalıştıran firmanın 50 ve üstü işçi çalıştıran firmanın daha kapsamlı regülasyonlara tabi. Örneğin sağlık personeli bulundurması gerekiyor, ekstra denetimlere tabi oluyor ve bunlardan kaçabilmek için firmalar ne yapıyorlar? Büyümek yerine kendilerini 49 ya da 48’e park ediyorlar. Ya da daha vahimi kendilerini büyütebilmek için kayıt dışı ekonomiye kaçıyorlar. İşte bu aslında ekonomi için çok tehlikeli bir şey. Dolayısıyla biz bunun detaylı çalışmasını yaptığımızda gördük ki, aslında bu tarz politikalar hem kayıt dışını tetikliyor, hem de refaha ciddi şekilde zarar veriyor. Şimdi bu durumda dikkat etmemiz gereken şey işte regülasyonları kaldıralım demek değil, bu regülasyonların nasıl çalıştığını anlayıp onu daha düzenli, daha efektif hale getirmemiz gerekiyor. Bu da ancak işin analizini anlayabilen, bu analizleri yapabilen insanların verilere bakarak bunları tek tek inceleyip yukarıya raporlaması ve destek vermesiyle olabilecek şey. Dolayısıyla etki analizi dediğimiz şeyin çok detaylı bir şekilde çalışılması gerekiyor tabi ki.

Şimdi etki analizinden bahsetmişken isterseniz biraz devlet desteklerinden de bahsedelim Türkiye’de. Biliyorsunuz ki hep inovasyon bazlı büyümek istiyoruz ama göstergelere baktığımız zaman ne yazık ki, inovasyon açısından çok iyi durumda değiliz. Örneğin sol üst grafiğe baktığımızda Türkiye’deki Ar-Ge harcamaları ki inovasyon için en önemli girdidir. Türkiye’deki Ar-Ge harcamalarının Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranı OECD ülkelerinin çok çok arkasında. Biz OECD ülkelerine yakınsamayı beklerken bu harcamalarla, bu kadar yetersiz harcamayla tabi ki onları yakınsamamız mümkün değil. O yüzden size ilk gösterdiğim grafik aslında çok da şaşırtıcı bir grafik değil. Peki Türkiye’de Ar-Ge harcamalarının düşük olmasının sebebi kamunun destek vermemesinden mi kaynaklanıyor? Onun cevabını işte bu alttaki grafikte görüyorsunuz. Sol alttaki grafik bize özel sektör Ar-Ge’sine kamu destek oranını gösteriyor ve OECD ülkeleri arasında çok yukarıdayız. Demek ki bu ne demek oluyor? Aslında olay kamunun verdiği destek miktarı değil başka bir yerde yatıyor. İsterseniz birde sağdaki göstergeye bakalım. Sağ üstteki göstergede başka bir inovasyon göstergesi. O da aslında üniversitelerimizden çıkan bilimsel yayın sayısını gösteriyor kişi başına. Kişi başına düşen bilimsel yayın sayısı açısından çok çok arkalardayız. Peki bu yine kamunun destek vermediği için mi? Aşağı bakarsanız kamunun yüksek öğretim harcaması açısından da OECD’nin çok üzerindeyiz. Yani biz aslında inovasyon için kamunun Gayri Safi Milli Hasılaya oranla destek açısından, miktar açısından problem görülmüyor. Hatta OECD’nin üzerinde görünüyoruz. Problem miktarda değil, problem o paraların nasıl kullanıldığıyla alakalı. Gördüğünüz gibi efektif bir şekilde kullanamadığımız için, etkin bir şekilde kullanamadığımız için bu kadar kaynak ne yazık ki işe yaramıyor. Dolayısıyla etki analizi dediğimiz şey, çok çok önemli oluyor. Yani destekleri verirken biz nereden daha fazla katma değer yaratabiliriz oralara odaklanıp katma değer yaratamadığımız yerlerden de kendimizi geri çekmemiz gerekiyor.

Peki bu konuda çalışmamız var, onu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Örneğin kamu garanti fonu çok fazla tartışılan bir konu, Türkiye’de çok fazla dile getiriliyor. 2017’deki kamu garanti fonunun etki analizini yaptık çok kıymetli çalışma arkadaşlarımla birlikte. Aslında çok mantığa sığan bir analiz burada. Yaptığımız Türkiye’deki firmaları büyüklüklerine göre gruplara böldük 4 gruba. Mikro, küçük, orta, büyük. Ve şunu sorduk. Her bir aldıkları destek için, her bir aldıkları 1 liralık destek için ne kadar istihdam yaratmışlar. İşte etki analizinin sonuçlarını bu grafikte görüyorsunuz. En az etkiyi büyük firmalar yaratmış, en büyük etkiyi de küçük ve mikro firmalar değil, orta ölçekli firmalar yaratmış. İşte bu Türkiye’nin bir gerçeğidir. Bunu çok iyi anlamak gerekiyor. Türkiye’deki firmaların en büyük problemlerinden bir tanesi orta ölçekli firmaların patinaj yapması. Yani başaltı firmaların Türkiye’de patinaj yapması. Sanayi politikalarını geliştirirken, biz; Batı’nın sanayi politikalarını alamayız. Çünkü bizim Türkiye’ye has problemlerimiz var. Firmalarımız Türkiye’de genel olarak küçük. Dolayısıyla biz uluslararası ulusal şampiyonlar yaratmamız gerekiyor. Ama ulusal şampiyonlar yaratabilmemiz için orta ölçekli firmaların büyümesi ve daha da büyümesi gerekiyor. Bunun için de eldeki kaynaklar limitli olduğu için her yere destek verirsek olmaz. Eldeki limitli kaynakları daha odaklı bir şekilde orta ölçekli firmalara aktarsak gördüğünüz gibi bu etki analizinden ortaya çok daha fazla istihdam çıkacak.

Örneğin yaptığımız bu analizde büyük firmalara verilen 2017 KGV’sinden büyük firmalara verilen payın yüzde 1’ini alıp orta ölçekli firmalara vermiş olsaydık sonuç olarak hesaplamalarımıza göre büyük firmalar 4 bin 600 istihdam kaybedecekti ama orta ölçekli firmalar 9 bin 900 istihdam yaratacaktı. Bu 5 bin net istihdam artışı demek aslında politikanın bu şekilde değiştirilmesi. İşte bu gibi basit örneklerle de gösterdiğim gibi etki analizlerinin bu şekilde faydası var. Bu sadece kulağa hoş gelen bir şey olduğu için değil. Bu istihdamı artıracağı için, bu insanların ceplerine girecek gelirleri artıracağı için önemli bir nokta. O yüzden bu etki analizinin gerçekten çok üzerine düşmemiz gerekiyor.

Peki biz hangi sektörleri desteklememiz gerekiyor sorusu da çok önemli bir soru. İsterseniz bu soruyu cevaplamak için size çok çarpıcı bir grafik göstermek istiyorum. Ben bu grafiği ilk gördüğümde gerçekten çok üzülmüştüm. Şimdi ilk sorum şu, üstteki grafikte şunu sormak istiyorum. Türkiye’deki araştırmacılar hangi alanlarda araştırma yapıyorlar. Yani üniversitelerimizde makaleler yazan insanlar hangi alanlarda çalışıyorlar? Yüzde 50’nin üzerindeki oran sağlık alanında çalışıyor. Yani bizim sağlık alanındaki araştırmalarımız en güçlü kaslarımızdan çünkü bizim tarihsel olarak da biliyorsunuz ki zaten o meşhur hikayeleri. İkinci Dünya Savaşı civarında Türkiye’ye gelen göçler sayesinde ve bir dolu başka sebeplerden ötürü Türkiye’de çok iyi gelişmiş bir sağlık araştırma kültürü var. Dolayısıyla yüzde 50’den fazla araştırmacımız sağlıkta çalışırken peki onun etrafında biz bir sanayi geliştirebilmiş miyiz sorusunu sordum. Aşağıda sol grafikte tıbbı cihazlar ihracatı yani sağlığa en yakın sanayi sektörlerine bakmaya çalışıyorum. Tıbbı cihazlar ihracatı, GSMH’ya oranla sol altta. Eczacılık ürünleri, yine dışarıya sattığımız eczacılık ürünleri GSMH’ya oranla ne durumdayız? Gördüğünüz gibi Türkiye’nin değerini göremiyorsunuz bile çünkü sıfıra yakınız. Yani biz bu kadar emek harcayarak bu kadar ciddi bir bilim ortamı yaratmışız sağlık açısından ama onu paraya çevirememişiz, onu milli gelire çevirememişiz. Kimler çevirmiş? Kosta Rika çevirmiş, Hollanda çevirmiş, Finlandiya çevirmiş. Şimdi doğru politikalarla en önce hangi kaslarımızın daha sağlam olduğunu anlamamız bu sadece bir örnek. Bunun gibi hangi kaslarımızın güçlü olduğunu anlayıp, kaynaklarımızı da oraya aktaralım ki daha güçlü bir etki yaratalım dünyada. Dolayısıyla bunun gerçekten kapsamlı bir şekilde çalışılması gereken konular bunlar.

Tabi ki dünya çok hızlı bir dönüşümden geçiyor. Özellikle dijital şey artık tabi ki hayatımızda. Hepimiz cep telefonlarındayız, alışverişlerimizi dijital şekilde yapıyoruz. Peki aslında bu dijital dönüşüm gelişmekte olan ülkeler için çok iyi bir fırsat oldu. Neden? Çünkü artık üretim yapma şekli değişti. Eğer siz o masaya doğru oturabilirseniz, doğru yatırımları yaparsanız o yarışmada öncü olabilirsiniz. Peki Türkiye’deki firmaların dijital dönüşümü yapabilmesi için en önce neye ihtiyacı var? Tabi ki de yazılımcıya ihtiyacı var.

Peki Avrupa ülkeleri arasında yazılımcılar miktarından ne durumdayız? Cevabı bu grafikte. Bu grafikte gördüğünüz Türkiye’nin nüfusa yazılımcı oranı, Avrupa ülkelerinin arasında en sondayız. Dolayısıyla sizin zaten aslında bu grafiği görmenize gerek yoktu. Bazılarınız zaten işverensiniz, bazılarınız işverenlerle konuşuyorsunuz. Kimle konuşursanız konuşun herkes aynı şeyden şikâyetçi, yazılımcı bulamıyoruz diyorlar. Ve bu zaten az miktarda yazılımcıyı da dışarıdaki firmalara kaptırıyoruz diyorlar korkunç maaşlarla. Dolayısıyla bizim nerede eksikliğimiz varsa ona yatırım yapmamız gerekiyor. Size bu grafik şunu söylüyor, biliyorsunuz dünya kupası şu anda oynanıyor isterseniz oradan bir örnek vereyim. Sizin futbolcularınız iyi değilse şampiyon olamazsınız. En önce iyi futbolcularla takım kurmanız gerekiyor. Yazılımcı yetiştirmeniz gerekiyor ki, firmalarınız da rekabetçi bir hale gelebilsin. Ama durum bu şekilde. Dolayısıyla burada aslında eğitime de dokunan bir hali var.

Şimdi eğitimden bahsetmişken, mezun edilen öğrenciler nerelerde çalışıyor biraz onlara bakalım isterseniz. İlk örneği sırf bize bir örnek olsun diye ABD’den vermek istiyorum. Bu konuda yaptığımız bir çalışma vardı, öğrencim Jeremy Pyers’le birlikte. Bu grafikte ABD’de master ve doktoradan mezun olan öğrencilerin hangi alanlarda tez yazdıklarını gösteriyorum. 1970 senesinde özellikle şu sarı çizgiye dikkatinizi çekmek istiyorum. Sarı çizgi bilgisayar mühendisliği alanında mezun olan öğrencileri gösteriyor tez yazmış öğrencileri gösteriyor. 1970 yıllarında ABD’de neredeyse pek tez yazılmazken bugün en çok tez yazılan ikinci alan haline gelmiş. Yani inanılmaz bir devrim yaşamış ABD eğitim konusunda. Bilgisayar mühendisi yetiştirme konusunda.

Peki Türkiye son 10 yıldaki mezunlarını hangi alanda vermiş diye soralım, YÖK verilerini kullanarak cevaplayacağım bunu. Tıp, eğitim, işletme, tarih, ziraat, psikoloji, ekonomi, din, hukuk, elektrik, elektronik ve ondan sonra bilgisayar mühendisliği. Bence bu grafik zaten her şeyi anlatıyor. Eğitimin şu problemi var ya da dikkat etmemiz gereken şu mesele var. Az önce gösterdiğim firma verileri dünü anlatıyor ve bugünü anlatıyor. Ama eğitimimiz yarınlarımızı anlatıyor. Çünkü bu insanlar mezun olduklarında 5 sene sonra, 10 sene sonra Türkiye ekonomisinde iş yapacak bu insanlar. Biz yeterince beşeri sermaye yatırımını yapmadığımız için çok şaşırmamamız gerekiyor 5 sene sonra yine hala problemlerimizin devam edeceğini görmeye. Dolayısıyla bunları, geniş kapsamlı sanayi politikalarıyla eğitim politikalarını birbirinden ayrı düşünemeyiz. Aynı şekilde geniş kapsamlı tartışılması gereken konular bunlar.

Peki hazır beşeri sermayeden konuşuyoruz, isterseniz biraz daha detaya girelim. Başarılı bir ülkeye bakalım. Danimarka Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına danışmanlık yaptığım esnada onlarla birlikte çok detaylı enteresan bir çalışma yaptık ve çok basit bir soru sorduk aslında. Danimarka’da kim mucit oluyor yani kim inovasyon üretiyor ve buna eğitim gruplarına göre baktık. İlkokul değil, ortaokul değil, lise değil, yüksekokul değil, üniversite değil doktora mezunları. Üniversite tartışıyoruz Türkiye’de tabi ki ama aslında burada mesele doktora o kadar teknik detaylı bir eğitimden bahsediyoruz. Yani ne kadar doktoralın varsa o kadar inovasyona etki edebiliyorsun.

Türkiye’de doktoralı ve masterlı sayısı nasıl diye sorarsak grafik ortada. Türkiye’deki yüksek lisans ve doktora mezunlarının toplam nüfusa oranı diğer ülkelerin sadece arkasında kalmıyor koparak arkasında kalıyor. Yani azalarak arkaya doğru giderken bizim olduğumuz grup artık kopmuş durumda. Tekrar ediyorum, biz bu beşeri sermayeye yatırımlarımızı yapmak zorundayız. Ama bu yapılan yatırımlar bugünden yarına etkilemeyecek, 5 yıl sonrasını, 8 yıl sonrasını etkileyecek ve bizim bu sabrı göstermemiz gerekiyor. Eğer Türkiye’yi gerçekten o birinci grafikteki gruptan çıkartmak istiyorsak.

Eğitimlerden bahsetmişken isterseniz Türkiye’deki üniversitelerin durumundan da biraz bahsedelim. Bu konuda çok detaylı bir çalışma yapmıştık 2 yıl önce, Türkiye Bilim Raporu adı altında yayınlamıştık. Oradan birkaç çarpıcı grafik sizle paylaşmak istiyorum.

Türkiye’deki üniversitelerdeki araştırmacıların verimliliğini gösteriyorum size burada. Türkiye’deki araştırmacıların verimliliği 2006 senesine kadar artmış ve 2006 senesinden sonra tamamen durağanlığa girmiş.

Ne olmuş peki 2006 senesinden sonra? Bu grafik Türkiye’de açılan üniversiteleri gösteriyor. Her bir kutucuk yeni açılan bir üniversite ve burada gözlemlediğimiz Türkiye’de bugün açık olan üniversitelerin yüzde 50’den fazlası 2006’dan sonra açılmış üniversiteler.

Peki bu üniversiteler yeni açılan üniversitelerin verimliliği nasılmış isterseniz onu sorgulayalım. Bu grafik onu cevaplıyor. Bu grafik hem yatay eksende, hem dikey eksende üniversiteleri verimliliklerine göre sıralıyor. Ve buraya baktığımızda yeşil noktalar devlet üniversitesi, kırmızı noktalar vakıf üniversitesi, sarı noktalarda 2006’dan sonra kurulmuş üniversiteler. Sıfır verimliliğin en düşük olduğu nokta tahmin edeceğiniz üzere. Gördüğünüz gibi sarı noktaların çoğu sıfır noktasına yakın. Yani 2006’dan sonra açılmış üniversiteler ne yazık ki verimli üniversiteler araştırma üniversiteleri değil. Ve bu üniversiteler bu arada Türkiye’de genel olarak üniversiteye ayrılmış bütçe olarak zaman içerisinde bir düşüş yaşanıyor onu bu grafiğe eklemek istemedim. Hem düşüş yaşanıyor, hem de hem pasta küçülüyor, hem de pastayı 2006’dan sonra özellikle çok daha fazla parçalara bölmüşüz. Dolayısıyla bizim aslında güçlü üniversitelerimiz olan işte ODTÜ’sü, Boğaziçi’si, İTÜ’sü vs. artık pastadan daha küçük pay almaya başlamış. Bu da tabi ki, onların verimliliğini etkileyecek şeyler. Bunları bizim ortak bir şekilde tartışmamız gerekiyor.

Zaten üniversitelerimiz kan kaybederken sıralamaların da etkilenmemesini bekleyemezsiniz dünyada.

Bu grafikte de yakın zamanda yaptığımız bir çalışmanın sonucudur. Türkiye’deki üniversitelerin alanlarında en iyi 10 üniversitenin ortalama sıralamalarını gösteriyorum size burada. Şimdi şu en tepedeki yeşil grafiğe bakarsanız Türkiye’deki üniversitelerin enerji bölümleri en iyi 10 enerji bölümünün ortalama sıralaması dünyada buradaymış. Zaman içerisinde sıralamada geriye kaymaya başlamışız gördüğünüz gibi. Enerjide iyi bir durumdayken bayağı durumumuzu kaybetmiş durumdayız. Aslında bütün bölümlerde genel olarak dünyada bir sıralama kaybı var. Ama şuraya bakarsanız bu da aslında beni çok üzen bir grafiktir. Turuncu grafiğe bakarsanız bu tarım alanındaki sıralamamızı gösteriyor. Türkiye bir tarım ülkesi. Yine üniversitelerle işte özel sektör arasındaki bu dirsek teması kopukluğunun göstergesidir bu aslında. Biz bir tarım ülkesiyiz, GSMH’mızda çok büyük bir alana sahip ama akademik araştırmalar konusunda da bu durumdayken gitgide patinaj yapmaya başlamışız. Yani bütün alanlarda aslında Türkiye’deki üniversiteler, aşağıya doğru, geriye doğru sıralamada kayıp yaşıyorlar. Tek bir bölüm ayakta kalmış zaman içerisinde, o da şu mavi çizgi gördüğünüz gibi tıp alanında. Ne yazık ki tıpta da 2016 sonrası aşağıya doğru gitmeye başlamışız. Türkiye’nin tabi ki, ne yazık ki acıklı bir durumu bu üniversitelerin durumu.

Peki üniversitelerdeki akademisyenlerin verimliliği, tabi ki üniversitenin verimliliği, akademisyenlerin verimliliğiyle ilintili. Akademisyenlerin verimliliği nasıl değişiyor? Burada biz, akademisyenlerin yaşam döngüsü üzerinden verimliliklerini inceledik. Yani burada akademik olarak bir yaşında. Yani camiada çalışmaya yeni başlamış genç bir akademisyenden bahsediyoruz, burada verimliliği, bu 2 yıl geçirmiş, 3 yıl, 4 yıl geçirmiş vs. o şekilde ilerliyor. Ve burada gözlemlediğimiz şu dik ilk sarı çizgi insanların doçent oldukları dönem. İkinci sarı çizgiyse profesör oldukları dönem. Yani şu alandayken yardımcı doçentler, ortadayken doçentler ve bu bölgedeyken profesör olmuş bu insanlar. Verimlilikleri nasıl değişiyor peki yaşam döngüleri zamanında? Yardımcı doçentken verimlilikleri artıyor, doçentken verimlilikleri durağanlaşıyor, profesör olduklarında verimlilikleri tamamen aşağı gelmeye başlıyor. Bu kadar emek harcanmışken, bu kadar zaman harcanmışken, bu kadar yetişmiş insanların niye verimlilikleri aşağıya gidiyor, nedir problemleri? Biz bunu sadece böyle bir grafikle bırakamayız. Biz eğer inovasyon açısından, bilim açısından değişim yaratmak istiyorsak bu kadar zor kaynaklarla, zor emeklerle yetiştirdiğimiz bu insanları ne mutsuz ediyor, ne verimsiz ediyor anlamamız gerekiyor. Kaynak mı, sistem mi neyse onları çözmemiz gerekiyor. Bu konuda da dediğim gibi Türkiye Bilim Raporunda çok detaylı araştırmalarımız var, onu inceleyebilirsiniz.

Son olarak da tabi ki yetişmiş insanlardan konuştuk, biraz da beyin göçünden bahsetmek istiyorum. Çünkü beyin göçü de tabi ki çok tartıştığımız bir mesele. Bu konuda da yeni bir araştırma yaptık onu da birkaç hafta içerisinde tüm detaylarıyla kamuoyuyla paylaşacağız. Ancak oradan bazı sonuçlarımı şimdiden sizinle paylaşmak istiyorum. Türk araştırmacıların Türkiye’den gitme olasılığını gösteriyoruz bu grafikte. Ne gözlemliyoruz? Türkiye’deki araştırmacıların Türkiye’den gitme olasılıkları aslında azalma trendiyle başlamış, ta ki 2006’ya kadar. Biliyorsunuz Türkiye ekonomisi için 2013 bir milattır, Türkiye akademisyenleri için 2006 bir milattır. İkisinde de o yıllarda kırılma yaşıyoruz. Gördüğünüz gibi yurt dışına gitmenin azalması 2006’da durağanlaşıyor ve 2015 sonrasında çok ciddi bir şekilde artış göstermeye başlıyor.

Peki bu genel grafik, çok tartıştığımız doktorlara bakalım, tıp alanına bakalım. Tıp alanındaki araştırmacılarda durum daha da vahim. Gördüğünüz gibi 2016 sonrasındaki doktorların yurtdışına, ya da sağlık araştırmacılarının yurtdışına gidiş oranı çok çok daha sert bir şekilde artış gösteriyor. Tabi ki, şöyle düşünülebilir. Yani bu insanlar yurtdışına gitsin, giden gitsin onların yerine yeni birilerini getirebiliriz diye bir şey düşünebiliriz.

O zaman şunu soralım, kimler gidiyor? Biz şöyle bir şey yaptık. Bütün bu araştırmacıları verimliliklerine göre 5 kategoriye böldük. En düşük verimliler, düşük verimliler, orta verimliler, yüksek verimliler ve en yüksek verimliler. Ve şunu sorduk; verimliliklerine göre araştırmacıların yurtdışına gitme olasılıkları nedir diye sorduk. Ve burada gözlemlediğimiz çok dramatik bir şey var. Yurt dışına giden sağlık araştırmacılarımız herhangi bir sağlık araştırmacısı değil, en yüksek verimli, en verimli insanlarımız yurt dışına gidiyor. Dolayısıyla onları yeni mezun olmuş, daha kariyerinin başındaki verimsiz insanlarla yer değiştirmek, verimsiz araştırmacılarla yer değiştirmek aynı etkiyi yapmayacaktır bu genç araştırmacılar sadece yolun başında oldukları için, onlar tabi ki zaman içerisinde onlarda verimli hale gelecekler. Ama bu kadar zamanla meşakkatle yetiştirdiğimiz bu insanlara arkamızı dönemeyiz. Bunları masanın üzerine koymamız lazım politika geliştirirken.

Son olarak da yurtdışına gittiklerinde peki verimliliklerine ne oluyor bu insanların onu göstermek istiyorum. Bu vaka analizi, iktisatta buna biz vaka analizi deriz. Şu yurtdışına taşınmış bir insanın yurtdışına taşınmadan önce ve taşındıktan sonraki verimliliğini gösteriyor. Dikey turuncu çizgi bir araştırmacının yurtdışına taşınma zamanını gösteriyor. Bu grafikte gördüğümüz çok çarpıcı bir şey. Araştırmacılar yurtdışına gittiklerinde verimlilikleri artmaya başlıyor ve ortalama olarak da yüzde 25 civarında verimliliklerinde artış yaşanıyor. Çok enteresan şöyle bir şey var, bu sunuma koymak istemedim. Sadece birisi yurtdışına giderse o yurtdışına giden insan Türkiye’de bağlantıda kaldığı insanların da verimliliklerini artırıyor. Yani eğer bir insan yurtdışına giderse Türkiye’den geride kalan insan, onunla bağlantıda geride kalan insanın verimliliğini yüzde 15 civarında artıyor. Bu da işte az önce söylediğim gibi yurtdışına giden insanlara arkayı dönmek değildir çözüm. Onları bir şekilde kullanıp bağlantıda kalmak.

Peki bir de şunu soralım. Yurtdışına gitmek var, peki Türkiye’ye gelenlerin verimliliği nasıl? Bu da bu grafik ne yazık ki. Şu turuncu dikey çizgi geri dönüş yılını gösteriyor, burası yurtdışındayken bu insanlar, bu da Türkiye’ye geldikten sonra. Ne yazık ki bu insanların verimliliği Türkiye’ye geldikten sonra düşüş gösteriyor.

Dolayısıyla bence bu grafikler çok şey anlatıyor. Zaman çok kısıtlıydı, 20 dakika içerisinde dilim döndüğünce sadece bir şeylerden bahsetmek istedim. Tabi ki, keşke 520 dakika olsa da saatlerce konuşsak bu meseleleri. Çok fazla birikmiş sonuçlarımız var. Buradan gözlemlediğimiz tabi ki meseleler çok çeşitli; çok detaylı, çok kapsamlı yaklaşmak gerekiyor. Peki, biz bu sorunlarla uğraşmazsak ne olur? Cevabını vereyim; hiçbir şey olmaz. Yani ne batarız, ne çıkarız, hiçbir şey olmaz. Tıpkı Türkiye’nin son 60 yılında hiçbir şey olmadığı gibi. Benim annemin çok sevdiğim bir lafı vardı, ben evde ne zaman küçükken eşofman altını kaybetsem, anneme sorduğum zaman eşofman altım nerede diye, ‘nerede bıraktıysan oradadır’ derdi. Aynı şekilde. Yani Türkiye ekonomisini biz nerede bıraktıysak orada kalmış. Ve biz sadece böyle kısıtlı, kısır tartışmalarla böyle küçük dokunuşlarla değil yapmamız gereken. Zaten zamanımızı onlarla kaybetmiş durumdayız. Burada bir kötü, bir de iyi haber var. Kötü haber, çok fazla alanda sıkıntılarımız var tabi ki. Çok çeşitli sıkıntılarımız var. İyi haberse yapabilecek çok şeyimiz var demek. Yani gerçekten biz bu problemlerimizi işin uzmanlarıyla tartışırsak, yapılması gerekenler listesini çıkarabilirsek; düzeltebilecek, çok kısa zamanda çok fazla dokunuşla düzeltebileceğimiz çok şey var. Ama önce teşhisi koymak doğru olan. Teşhisi doğru koymazsak, sadece sesi yüksek çıkanın sesini dinlersek bu iş olmaz. Veriler kendileri anlatıyorlar zaten. Siz doktora gittiğiniz zaman, doktor tabi ki de en önce test sonuçlarına bakıyor kendi kafasından bir şey uydurmamak için. Burada da verilere baktığınız zaman da problemlerin nerede yattığını görüyorsunuz. Nasıl bir beyin ameliyatı olacağımız zaman, ya da kalp ameliyatı olacağımız zaman en iyi doktoru arıyoruz o ameliyatı yaptırmak için, bu sorunları çözmek için de en iyi uzmanları bulmamız gerekiyor. İyi haber de aslında tarihi bu kadar iyi olan bir ülkenin tabi ki çok fazla yetişmiş insanı var. Bu işlere destek vermek isteyen, Türkiye’yi daha iyi yerlere getirmek isteyen çok fazla yetişmiş insanımız var, o da iyi haber. Önemli olan partiler üstü çalışabilmek, önemli olan bakanlıklar arası çalışabilmek, herkesin sadece kendi içine kapanıp bir şeyleri çözmesi değil. Sanayi politikasını düzeltmek; eğitim politikasından ya da göç politikasından bağımsız düşünülemeyecek şeyler, kamu politikalarından hariç düşünülemeyecek bir şey. Dolayısıyla bizim gerçekten birbirimize arkamızı dönmektense… Birbirimize arkamızı dönsek ne oluyor ki, hepimiz aynı evde yaşıyoruz sonuçta, aynı ülkede yaşıyoruz. Hepimizin memleketi bir tane. Hepimiz aynı pasaportla çalışıyoruz. Dolayısıyla bu çok önemli bir mesele. Bu sadece kendi hayatımızı düzeltmek için değil. Asıl sorumluluğumuz gençlerimiz için, çocuklarımız için, yarın için. Biz eğer bugün bu adımları atmazsak 10 sene sonra da, 20 sene sonra da, bir 60 sene sonra da torunlarımız da dedelerimizden aldığımız o 60 yıl önceki gelir seviyesinde kalacak.

Beni dinlediğiniz için çok çok teşekkür ederim. Herkese saygılarımı sunuyorum, sağ olun, var olun.